Bazı sözler vardır, ilk bakışta veciz bir halk deyişi gibi görünür; ama kazıdıkça katman katman bir hayat felsefesi açılır önünüze. “Fazla mütevazilik cahilden nasihat dinlettirir” de onlardan biridir. Bu cümle yalnızca bir bireyin yaşam deneyimine, sokaktaki gözlemine değil; aynı zamanda bilgi ile cehalet, erdem ile kibir, söz ile suskunluk arasındaki gerilim hattına da işaret eder.
Yani bu söz, yalnızca “fazla alçakgönüllü olma” uyarısı değil; aynı zamanda şu soruyu da bağırır. “Neden bilen susar da bilmeyen konuşur?” İşte tam burada başlar asıl meselemiz.
Mütevazılık, kuşkusuz, insan olmanın inceliklerinden biridir. Fakat bu incelik, çoğu zaman insanı görünmez kılacak kadar içe çekildiğinde, başka bir çarpıklığın kapısını aralar. Bilgi, deneyim ve sezgi sahibi olan kişi, “kendini öne çıkarmamak” adına sessizliğe büründüğünde, ortalık çoğunlukla sesin değil, gürültünün egemenliğine teslim olur. Söz, çoğu zaman sesini en çok yükseltenin olur. Ve ne yazık ki o ses, çoğu zaman boşluğun sesidir. Kuru özgüvenin, içi boş kibirin, cehaletin sesi. Bu noktada mesele bireysel olmaktan çıkar; toplumsal bir yaraya dönüşür. Mütevazılık, bir yerden sonra yalnızca kişisel bir meziyet değil, bilgi üretiminin ve adalet talebinin önündeki engel haline gelir.
Modern toplumlarda tevazu, çoğu zaman “kendini geri çekmek” ile karıştırılır. Oysa suskunluk her zaman erdem değildir. Zaman zaman korkunun, zaman zaman öğrenilmiş bir geri çekilişin, zaman zaman da yer açma refleksinin arkasına gizlenmiş bir suskunlukla karşı karşıyayız.
Üstelik bu geri çekilmenin en sık yaşandığı alanlar tesadüf değildir. Kadınlar susar, çünkü “çok bilen kadın” tırnak içinde “tehlikelidir.” Emekçiler susar, çünkü “söz hakkı patronundur.” Akademisyenler, sanatçılar, hakikatle derdi olanlar susar; çünkü ses çıkarmanın bedeli ağırdır. Oysa cahil olan konuşur. Bilmediğinden değil, sınır bilmediğinden. Ve ne yazık ki sınır bilmeyen ses, sınırları çizilmeye çalışılan hakikat alanına dalar.
Bu cümleyi en çok kimler haklı çıkarır biliyor musunuz?
Sessizce direnen kadınlar. Her şeyi bilen adamların arasında ezilen bilge kadınlar.
Tecrübesiyle değil sesiyle var olanlar. Sloganla düşünceyi bastıranlar. Donanımıyla değil dayısı sayesinde konuşanlar… Ve sonra bir bakarsınız, yıllarını bilgiye adamış biri, bir tartışmada susturulmuştur. Çünkü mütevazıdır. Çünkü “kendini anlatmak ayıptır” diye öğretilmiştir. Oysa tam da o anda, anlatmak bir kibir değil, bir sorumluluktur. Çünkü hakikati dile getirmeyen, yalanın sözcüsünü kürsüde izlemek zorunda kalır.
Fazla mütevazilik yalnızca bir kişisel özellik değil, sistematik bir suskunluk rejiminin parçasıdır artık. Özellikle biz kadınlara ve ötekileştirilenlere “sus, dinle, bekle” dendiği bir dünyada, fazladan her tevazu biraz daha geriye düşmek, biraz daha nasihat dinlemek, biraz daha sinmek anlamına gelir.
Kendi aklımıza güvenmediğimiz, kendi kelimemize kıyamadığımız, “önce büyükler konuşsun” diye geri çekildiğimiz her an; bu toplumun cehaletle yönetilmesine bir tuğla daha koymuş oluruz. Ve evet, tam da bu yüzden, fazla mütevazilik cahilden nasihat dinlettirir. O nasihatte akıl yoktur, ama ses çoktur. O sesin gürültüsünde bilgelik değil, buyurganlık vardır. Ve biz susarsak, sadece kendimiz kaybetmeyiz; toplumun hafızası da yavaş yavaş çürür.
Tevazu, sözün hakkını teslim etmediğinde; bilgi, utanç duvarlarının arkasına saklandığında; cehalet, kürsüde alkışlanır.
Ve unutmayın
Her suskunluk bir zafer değildir. Bazen sadece bir felaketin ön sözü olur.


Harika 👏👏👏