Savaş, ölümle oynayanların sofrasıdır. Emperyalist devletler masaya her oturduğunda, halklar aç kalır. Ortadoğu yine yanıyor. İsrail-İran savaşıyla birlikte bölge bir kez daha ateşe atıldı. Ve dünya bu yangını canlı yayında izliyor. Evet, milyonlarca insanın evinden barkından olduğu, çocukların enkaz altında can verdiği bir savaş, şimdi ekranlarda bir spor müsabakası rahatlığında takip ediliyor. Gazeteciler roketlerin gökyüzünü yırtışını “etkileyici çekimler” diye servis ediyor, yorumcular strateji anlatıyor. Peki ya insan? O yok. Vicdan? O zaten öldü.
Ama asıl soru şu Türkiye bu savaşın neresinde duruyor ve bu yangından nasıl çıkacak?
Her savaşın faturası, sadece cephelerde kesilmez. Bu savaşın Türkiye’ye çıkardığı ekonomik fatura şimdiden ağır. Petrol fiyatları haftalar içinde %25 arttı. Enerji ithalatına bağımlı olan Türkiye ekonomisi için bu, sadece benzine değil; üretime, tarıma, taşımacılığa ve sofradaki ekmeğe zam demek. Kurdaki oynaklık artıyor, Merkez Bankası faizi sıkışmış, halk ise zaten açlık sınırının altında yaşam savaşı veriyor. Savaşın uzaması demek, enflasyonun kontrolden çıkması demek. En basit haliyle: barutun kokusu pazara yansıyacak, işçinin sofrasına düşecek. Sınır kapılarında güvenlik bahanesiyle ticaret daralıyor, ihracat sekteye uğruyor. İran ve Irak hattı üzerinden yapılan kara taşımacılığı riske girdi bile. Dolar uçtuğunda sadece zenginler kazanır; halk değil. Fakirin payına yine kuru soğan, yine daha fazla borç düşecek.
Türkiye “taraf değiliz” dese de, fiilen taraf. Hava sahası kapatmalar, diplomatik sessizlik, Filistin üzerinden yürütülen çifte standartlı söylemler… Ankara’nın tutumu net değil, tutarsız. Ne barıştan yanayız diyebiliyor, ne de açık açık taraf oluyor. Bu belirsizlik, sadece dış politikada değil, içeride de güvenlik risklerini büyütüyor. IŞİD benzeri yapıların yeniden palazlanması, mezhep kartlarının sahaya sürülmesi an meselesi.
Tarih tekerrür ediyor. Her Ortadoğu savaşı, Türkiye’de iç düşman yaratma siyasetini körüklüyor. Kürtler ve Aleviler bu süreçte en çok tehdit altına giren topluluklar. Özellikle Kürtler, Suriye-Irak hattında yürütülen operasyonlar bahanesiyle topyekün hedef gösterilme riskiyle karşı karşıya. Birkaç provokasyonla milyonlarca Kürt yurttaş yeniden “terörle ilişkili” yaftasına maruz bırakılabilir. Bu oyunu tanıyoruz. Aleviler için de benzer bir tehlike söz konusu. Mezhep savaşlarıyla beslenen siyaset, içeride Aleviliği bir “tehdit unsuru” gibi göstermeye çalışıyor. İran-İsrail çatışmasının dini boyutu üzerinden, “Şii-Alevi ayrımı” kışkırtılarak Alevi toplumun huzuru bozulmak istenebilir. Bu ülkenin mazlum halkları yine hedefte. Yine en ağır bedeli ödeyenler, savaşın tarafı bile olmayanlar olacak.
Dünya ise sessiz. Daha doğrusu seyirci. Dev ekranlardan bombaların düşüşünü izliyor, ölü sayısı üzerinden grafik çiziyor. Bu kadar ölüm sıradanlaştığında, insanlığın çürümesi hızlanır. Savaş yayılırken, sessiz kalan her ülke, her medya kuruluşu, her “tarafsız” kuruluş suç ortağıdır. İnsan hakları demokrasisi nutukları, emperyalist devletlerin savaş bütçeleriyle gömülüyor. Kime ne kadar silah satacaklarının planını yapanlar, ölen çocuklar için timsah gözyaşı döküyor.
Türkiye, bu savaşın kıyısında durmuyor; içindedir. Ekonomisiyle, halkıyla, mezhebi yapısıyla doğrudan etkileniyor. O yüzden barış sadece bir dilek değil, bir zorunluluktur. Aksi halde bu coğrafyada barış isteyenlerin sesi kısılır, silah sesleri konuşur. Sessizlikle onay vermek, zulme ortak olmaktır. Aleviler susmaz, Kürtler susmaz, halk susmaz. Ama devlet eğer hala savaşta taraf olmayı değil, halkını korumayı seçerse; bu son şansı olabilir. Barış için susanlar değil, konuşanlar kazansın.