Hayatın tadı müzik derler ya hani, belki de en çok o yüzden müzikle geçen her an bir başka anlamlı geliyor bana. Aşkın, ayrılığın, umudun, hayal kırıklıklarının, hatta yeniden doğuşun dili gibidir müzik. Söz söyleyemediğimizde bizim yerimize konuşur. Kalbimizin ritmini, gözyaşlarımızın sessizliğini anlatır. Benim de hep bir enstrüman çalma hayalim oldu ama ya zaman bulamadım ya da klasik bahanemizi öne sürdüm: “Bir gün başlarım.” Ama başlamak bazen cesaret ister, bazen de yürekten gelen bir çağrı.
Benim için müziğin özel bir yeri var çünkü ailemde hemen herkes bir şüphe de müziğe dokunmuş. Hele ki kuzenlerim… Her biri enstrümanla, sesle, notayla birer dost olmuşlar. Ama aralarında biri var ki, onun yaptığı son eser kalbime bambaşka bir iz bıraktı: Sebahat Erdem.
Sebahat, öyle bir eser ortaya koymuş ki; Tango’nun tutkulu adımlarıyla Kürtçe’nin kadim, derin sesi iç içe geçmiş. Adeta yüreğinle dinliyorsun bu şarkıyı, kulakların yetmiyor. Her bir nota, her bir söz, yıllar öncesine, uzaklara, belki de hiç dönmeyecek birine duyulan hasrete sarıyor seni. O mistik atmosferde çekilen klipse, görsel bir şiir gibi… Gözlerinle izlediğin ama kalbinle hissettiğin bir başka hikaye anlatıyor.
Tango’nun zarif ama asi duruşu, aşkın hem huzur veren hem de yakan tarafıyla buluşuyor bu eserde. Kürtçe’nin dokusuyla birleşince, ortaya sadece bir şarkı değil; bir anı, bir duygu, bir yolculuk çıkıyor. Ve bu yolculukta insan kendi iç sesini duyuyor. Belki geçmişini, belki eksik kalmış cümlelerini, belki de hâlâ söyleyemediği duygularını buluyor.
Sebahat Erdem, bu eserle sadece müziği değil, duyguyu, kültürü ve aşkı da sahiplendi. Her bir kelimesiyle, her bir ezgisiyle bir nevi hayatın içinden geçenleri resmetti. Ve ben diyorum ki: İyi ki varsın Sebahat… İyi ki müziğe ses oldun. İyi ki hissettirdin…
Yüreğine, emeğine sağlık.
Canım yazını okudum,kalemine yüreğine sağlık.