Son yıllarda Türkiye’deki toplumsal, siyasi ve ekonomik kırılmalar, adaletin ne şekilde tecelli ettiğine dair endişeleri derinleştirmiştir. Adaletin işleyişi, yalnızca hukuk metinlerine dayalı bir süreç olmaktan çıkmış, keyfi uygulamalara ve kişisel tercihlere dayanır hale gelmiştir. Eğer adalet, sadece belirli gruplara ya da kişiler için işliyorsa, bu gerçek anlamda adalet değil, adaletin maskelenmiş hali demektir. Bu, herkese eşit hakların verildiği bir toplumda yaşama umudunu zayıflatır.
Günümüzde, özellikle medya, siyaset ve ekonomi alanlarında yaşanan gelişmeler bu tespiti doğrular niteliktedir. Bir taraftan özgürlüklerin kısıtlandığı, başka taraftan keyfi tutuklamaların, gözaltıların ve engellemelerin yaşandığı bir ülke haline geldik. Türkiye’de gazetecilerin gözaltına alınması,
siyasetçilerin tutuklanması, halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarına kayyum atanması gibi uygulamalar, adaletin ve hukukun ne şekilde işlediği konusundaki soruları daha da derinleştiriyor. Bu manzara, sadece muhalif kesimlerin değil, toplumun tüm kesimlerinin güvencesizliği anlamına gelir.
İçinde bulunduğumuz dönemin en acı veren gerçeklerinden biri, adaletin yalnızca belirli bir grubun çıkarlarına hizmet etmesi ve bunun “hukuk” olarak sunulmasıdır. Adalet, halkın iradesiyle seçilmiş bir yönetimin, demokratik hakları koruyan bir ortamda yönetilmesi gerektiğini hatırlatır. Oysa günümüzde siyaseten hoşlanılmayan her açıklama bir soruşturma ile karşılık buluyor, özgür düşünceyi savunmaya çalışanlar cezalandırılıyor. İmamoğlu’nun sözleri de bu noktada dikkat çekici: “Ya hep beraber ya hiçbirimiz.” Bu cümle sadece bir siyasi söylem değil, aynı zamanda adaletin sağlanması için her bireyin bir araya gelmesi gerektiğinin bir çağrısıdır. Çünkü hukukun işlemediği, özgürlüklerin baskı altına alındığı bir ortamda sadece belli bir kesimin korunması, tüm toplumun risk altında olduğu anlamına gelir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin ekonomik sıkıntıları, işsizlik oranları, yoksulluk sınırındaki yaşam koşulları, eğitim ve sağlık hizmetlerinde yaşanan adaletsizlikler, hukukun bu zemin üzerinde nasıl şekillendiğiyle doğrudan ilişkilidir. Herkesin eşit bir şekilde adaletin tecelli etmesini beklemesi, sadece bir hayal olmamalıdır. Adaletin sağlanması, tüm vatandaşların güvenliğini, özgürlüklerini ve temel haklarını teminat altına alacak şekilde işlemesi gerekir. Ancak bu koşullar sağlanmadığı sürece, “ya hep beraber ya hiçbirimiz” çağrısı, bir umut olmanın ötesinde, bir acil durum sinyali olarak anlaşılmalıdır.
Türkiye’deki bu adaletsizlik ve hukukun işleyişindeki erozyon, sadece siyasi ya da ideolojik bir mesele değil, tüm toplumu etkileyen bir sorun haline gelmiştir. Bugün, bir gazetecinin görevini yapmak için hayatını tehlikeye atması, bir siyasetçinin yalnızca muhalif düşüncelerini dile getirmesi nedeniyle tutuklanması, toplumun büyük bir kısmının temel haklarına erişememesi, her bireyin geleceğiyle ilgili kaygı duymasına neden olmaktadır. Bu, tüm Türkiye için geçerli bir sorun haline gelmiştir.
Sonuç olarak, adaletin tecelli etmesi için tüm bireylerin eşit haklara sahip olması gerektiği gerçeği, yalnızca bir toplumsal değer değil, aynı zamanda bir gerekliliktir. Bu, yalnızca muhalif kesimlerin değil, her bireyin güvenliğini sağlayacak bir temel ilkedir. Hukukun eşit bir şekilde işlemesi, toplumun tüm katmanlarının güven içinde yaşaması anlamına gelir. Bu koşullar sağlandığı takdirde, adaletin tecelli ettiği bir Türkiye mümkündür.
Adaletin ve Hukukun Erozyonu: Türkiye’nin Zorlu Dönemi
